Suudi Arabistan yönetimi bu günlerde kuruluşunun, veya daha doğru ifadeyle, kurucusu Abdulaziz bin Abdurrahman bin Faysal Al Suud’un tüm ülkenin kralı ilan edilişinin (23 Eylül 1932) yıldönümünü farklı bir atmosfer ve halet-i ruhiye içinde kutluyor. Bu yılki kutlamalarda yönetimle halk arasında bütünleşme ve kenetlenme vurgusu yoğun şekilde hissedilirken dış düşman, komplo ve saldırılarla mücadele vurgusu her zamankinden daha fazla göze çarpıyor. Tabiatıyla Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın 2030 vizyonu kapsamında ekonomi, eğitim, sağlık ve eğlence kültürü yanı sıra kadın hakları alanında yapılan reformlar bu kutlamalarda reklam panolarındaki yerini alıyor.
Kutlamaları bu yıl anlamlı kılan gelişme ise yaklaşık 10 gün önce milli petrol şirketi Saudi Aramco’ya ait iki önemli tesisin saldırıya uğraması. Yemen’de Suudi Arabistan’ın başını çektiği koalisyon güçlerinin savaştığı İran yanlısı Husiler saldırıyı üstlenmiş ancak Washington ve Riyad yönetimleri saldırıdan İran’ı sorumlu tutan ve savaş sebebi sayan açıklamalar yapmışlardı. Pentagon İran’a karşı daha güçlü bir misillemede bulunulması gerektiği yönünde açıklama yaparken ABD Başkanı Donald Trump İran’la savaş istemediğini ve hatta Suudi Arabistan için savaşamayacağını ve Riyad’ın savaşması halinde desteğe hazır olduğunu belirtti. Tabii bu desteğin Suudi yönetimine epey bir maliyetinin olacağı da açık. Hatırlandığı üzere Trump aylar önce düzenlediği bir mitingde Kral Selman ile yaptığı bir telefon konuşmasını adeta bir “stand-up şovmeni” gibi anlatmış ve haraç ister gibi kralla alay etmişti.
Esasında Trump’ın bu açıklaması ABD devletiyle Suud hanedanlığı arasında 14 Şubat 1945 yılında zamanın Amerikan Başkanı Franklin Delano Roosevelt ile Kral Abdulaziz İbni Suud arasında imzalanan anlaşmaya aykırı. Zira o anlaşmada Amerikan devleti Suud hanedanlığının güvenliğini sağlayacak ve bunun karşılığında kraliyetin petrol kaynakları İngilizlerden Amerikalılara geçecekti. O gün bugündür Amerikan desteğini arkasına alan Suudi Arabistan, hâlâ bu desteğin faturasını ödüyor.
İki ülke ilişkilerinin önemine dair bu küçük anekdottan sonra Aramco saldırısına dönecek olursak; dünyanın enerji kaynaklarını tehdit eden böyle bir saldırının nereden geldiğinin netlik kazanmaması ve Suudi Arabistan’ın tarihi müttefiki ve kadim dostu ABD yönetiminin İran’a karşı sergilediği çelişkili tutumlar, Riyad yönetimini haliyle rahatsız ediyor. Suudi yetkililer bu rahatsızlıklarını ulu orta dile getirmekten çekinseler de, geçen hafta Riyad ve Abu Dabi’ye günübirlik ziyaretlerde bulunan ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’ya muhtemelen bizzat iletmişlerdir.
Doğal olarak bu resmi rahatsızlığın açıkça dillendirildiği alan hiç kuşkusuz görsel ve yazılı medya. Türkiye’yle ilgili çoğunluğu yalan ve iftira olan maksatlı haberlerden tanıdığımız Suudi medyasında özellikle de Aramco saldırısının ardından ABD’nin tutumuna yönelik itiraz seslerinin yükseldiğini müşahede ediyoruz. Eleştirel yorum ve haberlerin ise Türkiye karşıtı haberlerin amiral gemisi Ukaz gazetesinden gelmesi şaşırtıcıydı.
Ukaz gazetesinin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek aklı başında yazarlarından Hamud Ebu Talib “Bizim bizden başka müttefikimiz yoktur” başlıklı sıra dışı bir makale kaleme aldı. Makalenin başlığı bizdeki klasik “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözünü hatırlatıyor. Zaten yazar da dünya enerjisinin can damarlarından Aramco tesislerine yönelik saldırıya uluslararası toplumun, ABD, AB ve BM’nin ciddi bir tepki vermediğini belirtiyor ve özellikle Trump’ın açıklamalarına atıfta bulunarak serzenişte bulunuyor: “Başkan Trump’tan ve yönetiminin erkanından gelen çelişkili açıklamalar, bize ABD’nin İran’a yönelik karışık tutumunun değişkenlik gösterdiğini ifade ediyor. Avrupa’nın tutumu ise Fransa ve Almanya örneğinde olduğu gibi sürekli İran’ın çıkarları doğrultusunda gelişiyor. Amerikan yörüngesinde dönen İngiltere ise kendi iç krizleriyle meşgul ve nihayetinde ABD’nin tesiri altında.”
Putin’in Rusya’sının da Riyad’ı diplomatik nezaket çerçevesinde destekleyen açıklamalar yaptığını ancak bölge konularında ve özellikle de Suriye meselesinde İran’la uyum içinde çalıştığına işaret eden Suudi gazeteci, Çin’in de ekonomisi Suudi Arabistan petrolüne dayanan ülkelerin başında gelmesine rağmen olan biteni görmezlikten geldiğini belirterek acı gerçeği şu cümleleriyle ifade ediyor: “Çelişkiler, krizler ve karışık şartlara oynamak, süper devletlerin kendi çıkarlarını yönetme politikasıdır. Basit konularda ayrı düşerler ancak genel stratejilerde hemfikirdirler. Bölgenin güvenliğinin bu ülkeleri ilgilendirdiğini veya kendileri için bir şey ifade ettiğini düşünmek yüzeysellik ve basitlik olur. Arap Baharı projesi kanalıyla bölgede açıkça kaosu ateşlemeyi kararlaştırdılar. Amaç ise bölgeyi kırılgan bir hale dönüştürmek ve güç dengelerini yeniden düzenlemekti. İran’ın bölgeyi uçurumun kenarına götürme eylemini sürdürmesi kendilerinin yararınaydı.”
Ebu Talib’in geç de olsa bu acı gerçeği itiraf etmesi önemli; ancak, makalede belki de en can alıcı nokta, Suudi Arabistan’ın yalnız olduğu ve bu temel üzerine planlarını yapması gerektiği vurgusu. İsim vermeden Trump yönetiminin ucuz şantajlarının artık açık hale geldiğini dillendiriyor yazar. Bu kısmı bizzat kendi kaleminden okuyalım isterseniz: “Bu şartlarla açıkça ilişki kurmak istiyorsak öncelikle şu an tek başımıza olduğumuzu bilmemiz ve işimizi bu temel üzerine planlamamız gerekmektedir. Dünün müttefikleri bugün eskisi gibi değiller artık. Krizlerde yanımızda durdukları iddiasıyla ucuz şantajları açık hale geldi. Burada sadece Suudi Arabistan Krallığını kast etmiyoruz. Şu ana kadar kaos projesinden kurtulmuş, güvenlik ve ekonomik olarak birbirine kenetlenmiş blok olarak temsil edilen Körfez bloğunu da kast ediyoruz. Bünyesindeki en büyük ve en önemli devlet -S.Arabistan- taciz ve tehdit edilmektedir. Ey akıl sahipleri iyi düşünün. Çünkü bizler benzeri görülmemiş bir ölüm kalım mücadelesi veriyoruz.”
Aynı gazeteden Ahmed Avad ise daha sert bir üslup kullandığı makalesinde herkesten daha net tavır almasını istediklerini belirtiyor ve tüm dünyaya Eski ABD Başkanı George W. Bush’un 11 Eylül olayları sonrası sarf ettiği “Ya bizimlesiniz ya da terörle” sözünü dillendirerek başka bir seçeceğin olmadığını kaydediyor. Avad makalesinde “Sessiz kalmamız hiçbir şeyi değiştirmeyecek ve biz harekete geçmezsek hiç kimse kendi güvenliğimizi korumak için harekete geçmeyecektir. İran tehlikesi büyüyor ve milisleri kırmızı çizgileri açtı. Bu ayak takımıyla siyaset yapmak faydasız” yollu ifadelere yer vererek İran’a karşı askeri çözümden yana olduğunu ve ülkesinin askeri gücünün buna yeteceğini iddia ediyor.
Suudi Arabistan bu saldırının sadece kendisine yönelik değil, dünya ekonomisine, istikrar ve güvenliğine yönelik yapılmış bir saldırı olarak telakki ediyor. Riyad yönetimi ülkesinin petrol üretimindeki fiyat dengesini ve istikrarını korumak gibi dünyanın kalkınmasında önemli rol oynadığını dile getirerek uluslararası toplumun üretim ve stok açısından dünyanın en büyük petrol şirketine yönelik saldırılara sessiz kalamayacağını düşünüyor.
El-Cezire gazetesi yazarlarından Mansur Macid Ez-Ziyabi Aramco’nun dünyanın enerji piyasasındaki yerini uzun uzadıya anlattığı makalesinin sonunda süper devletlerin Aramco saldırısı karşısındaki sessizliğini sorguluyor ve bu ülkelerin ekonomik çıkarları gereği enerji kaynaklarının güvenliğini sağlamak için askeri ve ekonomik işbirliği seçeceğine yönelmesinin elzem olduğunu belirtiyor.
Aynı gazeteden Halid bin Hamed el-Malik ise makalesinde Aramco saldırısının sadece Suudi Arabistan’a yönelik bir saldırı olmadığını, dünya ekonomisi ve bölge ülkelerinin güvenliğini hedef aldığını belirterek tüm dünyanın Tahran’a karşı Riyad’ın yanında yer almasını salık veriyor.
Şarkulevsat gazetesi yazarlarından Abdurrahman Raşid ise Batı’nın siyaset aklının İran’ı doğru anlamakta zorlandığına dikkat çekerek; “Batı İran’ı BM’de bir koltuğu ve bayrağı olan bir cumhuriyet ve devlet olarak görüyor. Oysa İran El Kaide ve DEAŞ gibi terörist dini bir örgütten başka bir şey değildir” şeklinde bir saptamada bulunuyor.
Aynı gazeteden Selman Ed-Devseri de saldırıya yönelik kınama açıklamalarının yeterli olmadığını belirterek İran’a karşı kolektif çalışma seçeceğine duyulan ihtiyacı dile getiriyor. Yazar, Suudi Arabistan’ın İran’a karşı misilleme gücünün olmadığını düşünenlerin yanıldığını ve ülkesinin bu saldırıya güçlü şekilde karşılık verebileceğini ancak uluslararası hukuka bağlı kaldığını kaydediyor.
Sonuç olarak görünen o ki, sırtını hep ABD’ye dayamış Suudi Arabistan’ın Suudlulardan başka dostu kalmadı. Hem ABD ile müttefik olup da zarar görmemiş tek bir ülke sayamazken Riyad yönetimin bu zarardaki payını bir gün alacağını düşünmesi gerekliydi.
Bölgenin önemli aktörleri Türkiye ve İran’la köprüleri atmaları yanı sıra kardeş Katar’a yönelik acımasız ambargo sonrası ellerinde sadece BAE ile kurdukları kırılgan ittifak kalan Suudlular, bölgedeki muhtemel müttefiklerini hızla kaybediyor. Dolayısıyla Riyad yönetiminin tehdit algısını ve klasik ittifaklarını gözden geçirmesi, ümmeti birleştiren politikalar izlemesi ve alternatif ittifaklara yönelmesi bölgenin istikrarı için önem arz ediyor. Bu bağlamda resmi söylemden uzak olmadığını düşündüğümüz Suud medyasında ABD ile ittifakı sorgulayan yorumların bölge için umut verici olduğunu söyleyebiliriz.