Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğu bugün üç büyük organizasyon içinde bir araya gelmiş bulunuyor. Eski Kıta’nın coğrafi sınırlarının ötesine taşan, Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi (AK) bunlardan en büyüğü. 1949'da hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları alanında uzmanlaşmış olan AK, hükümetlerarası bir nitelik taşıyor. AK üyelerinden biri ayrılma sürecinde (Brexit) olan 28’i bugün ayrıca uluslarüstü (supranational) nitelik taşıyan ve özünde bir barış projesi olan Avrupa Birliği’nin (AB) üyesi bulunuyor. Ekonomik ve siyasi bir birlik olan AB’nin, nihai hedefi olmakla birlikte bugün ortak bir dış politika ve güvenlik politikası henüz yok. O bakımdan Avrupa ülkelerinin bugün Türkiye dahil 27’sinin güvenlik ihtiyacı Sovyet bloğunun yıkılmasından sonra kâğıt üstünde kalan ABD’nin başat rol oynadığı Kuzey Atlantik Sözleşmesi Örgütü (North Atlantic Treaty Organization) kısa adıyla NATO tarafından karşılanıyor.
Avrupa’nın Suriye veya Türkiye politikası derken, Türkiye’nin üye olmadığı AB içinde geliştirilen ve özellikle motor ülkeleri Fransa ve Almanya ile Birlik’ten ayrılma sancıları çeken Birleşik Krallık’ın (BK) başat rol aldığı ortak politikayı kastettiğimizin altını çizmek gerekiyor. 1945’ten önce ayrı cephelerde yer alan ve 1870’ten 1939’a kadar üç defa karşı karşıya gelmiş olan Fransa ile Almanya, kurulmasına önayak oldukları AB içinde birlikte hareket edegeliyor. Dahası, General De Gaulle’le birlikte NATO’nun askeri kanadından ayrılmış ve Avrupa’nın bloklar arasında bir denge unsuru olması için çalışmış, 2003’te Irak’a Amerikan müdahalesine karşı çıkmış olan Fransa’nın, Sarkozy döneminde NATO’nun askeri kanadına döndükten sonra, ABD ile hizalanmış bir dış politika izlemeye başlamış olduğunu da vurgulamak gerekiyor.
Amerikan politikasına eklemlenme
Bu nedenledir ki Avrupa’nın iki eski kolonyalist ülkesi ile Almanya’nın, ABD’nin sahneye koyduğu “Erdoğan” kod adlı Türkiye karşıtı YPG/PKK’ya destek politikasına eklemlendiğini gözlemledik. Amerikan medyasına paralel olarak Avrupa’nın The Guardian, Le Monde, El País gibi saygın gazetelerinde, Çözüm Süreci’ni bir çırpıda çöpe atmış PKK’ya hendek çatışmalarında verilen yalan haberlerle bezenmiş inanılmaz desteği gördük. 15 Temmuz’dan sonra darbe girişimini kınamak yerine darbecilerin temel hak ve özgürlüklerini savunan, ne kadar kötülük varsa, devrilmeye hatta öldürülmeye çalışılan Erdoğan’dan kaynaklandığını pompalayan yazılar okuduk. Sonra baktık ki Erdoğan Türkiye’ye düşmanlıklarını gizlemek için kullanılan bir kod isimden başka bir şey değil.
Hepimizin bir şekilde fark ettiği gibi, 1946’da Suriye’deki mandası sona ermiş olan Fransa, bölgeye geri dönme hayaliyle olsa gerek, Avrupa’nın diğer büyük ülkeleriyle birlikte DEAŞ'la mücadele bahanesiyle sembolik olarak asker gönderdikleri bölgede İsrail patentli olduğu anlaşılan Amerikan politikasının başarısı için Erdoğan üzerinden Türkiye’yi karşısına alma pahasına mücadele etti. Bu mücadelede ön plana çıkan da Fransa’nın genç Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron oldu. Afrin operasyonu sırasında YPG/PKK’yı "öz müttefikimiz" (nos propres alliés) olarak niteleyen selefi François Hollande gibi teröristlerden yana konuşmaktan, onları Elysée Sarayı’nda ağırlamaktan ve onlar adına arabuluculuğa soyunmaktan utanmadı.
Belli ki Fransa ile dünyanın en büyük kolonyalist ülkelerinden BK, Amerikan politikasının gerekirse Türkiye ile arazide savaşmak suretiyle mutlaka başarılı olacağına güveniyordu. Suriye ve Irak gibi iki yapay devletin mimarları belki de bölgede Türkiye’nin sınırı boyunca kurulacak YPG terör devleti sayesinde 103 yıl önce yaptıkları gizli Sykes-Picot anlaşmasını güncelleme fırsatı bulacakları düşüncesindeydi. Bunu bilmemiz, daha doğrusu kanıtlamamız mümkün değil ama Suriye’de izledikleri Türkiye karşıtı politikalarının bu yönde olduğunu tartışmaya gerek yok.
Kriterlerini çiğneyen Avrupa
Kabul etmek gerekir ki Suriye’de Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bir bölgeyi işgal eden bir terör örgütünü Kürtlerin temsilcisi olarak takdim etmek, üyesi oldukları Kuzey Atlantik Paktı’na aykırılığı bir yana, AK’nin de AB’nin de siyasi ölçütleriyle bağdaşmıyor. YPG/PKK gibi bir terör örgütünün devlet kurmasına siyasi ve askeri destek vermek suretiyle bölgede demografinin değiştirilmesini, bölge halkının göçe zorlanmasını ve eve dönüşlerinin engellenmesini insan hak ve özgürlükleriyle bağdaştırmak mümkün değil. YPG/PKK’nın bölge halkını göçe zorlaması bir kere Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) kuran Roma Tüzüğü’nün “İnsanlığa Karşı Suçlar” başlıklı 7. maddesi kapsamında. Fransa, BK ve Almanya’nın yanı sıra AB içinde bu politikaya destek olan diğer ülkelerin devlet adamları terör örgütüne verdikleri destekle bu suça ortak olmuş durumdalar.
Aslında 1999 Helsinki Zirvesi ertesinde gündeme gelen siyasi kriterler çerçevesinde Türkiye güneydoğu bölgesinde terör örgütü ile halkın birbirinden ayrılmasına yönelik demokratik reformlar yapmıştı. 2001 yılında tartışılan Kürtçe televizyon 8 yıl sonra hayata geçirilmiş, ana dilin (Kürtçe) öğretilmesinin önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmış, kısacası 90’lı yılların hatalı politikaları bir tarafa bırakılmıştı. Hatta PKK’ya silah bıraktırılması ve kan dökmemiş üye ve militanlarının topluma yeniden kazandırılması amacıyla bir çözüm süreci de başlatılmıştı. Bu reformlar AB İlerleme Raporları’nda yer aldığına göre, Avrupa’nın Türkiye içindeki Kürtler dahil çoğunluğu Arap olan bölgedeki halkın terör örgütünün peşinden gideceğini düşünebilmesi, demokratik kriterlerin özümsendiğine itibar etmemesi büyük bir hataydı. Nitekim PKK ne ülke içindeki hendek eylemlerinde ne de Suriye’deki çatışmalarında halkın desteğine sahip olabildi.
Avrupa’nın kriterlerini çiğnediği diğer alanlar 15 Temmuz darbe girişimine karışmış olan kaçaklara koruma sağlaması ve basın özgürlüğünün ihlaliydi. ABD’de bir merkezden düğmeye basılmış gibi Avrupa ana akım medyası YPG/PKK lehine inanılmaz sahte haberleri yayınlamakta, geçen gün Le Monde’da olduğu gibi sayfalarında Kuzey Atlantik Paktı’na göre imkansız olduğu halde “Türkiye NATO’dan atılsın” başlıklı “Tribune” köşeleri açmakta beis görmedi. Yalan haberlerin ve halkı nefrete sevk edecek yorumların yayınlamasının basın etiğine aykırı olması bir yana, medyanın özgür olup olmadığı sorusunu da haliyle akla getiriyor. Devlet politikalarını yalan haberlerle kayıtsız koşulsuz desteklemek özgür medyanın varlığından çok psikolojik bir savaş mantığını ortaya koyuyor. Le Monde’un 6-7 yıldır PKK militanı gibi yazıp çizen “Allan Kaval” mahlaslı yazarının Soçi mutabakatından sonra da Türkiye’nin 300 bin Kürdü bölgeden kovarak mülteci durumuna düşürdüğü gibi yalan haberlerini sürdürdüğüne bakılırsa, bu savaşın daha bir süre devam edeceği anlaşılıyor.
AB sürecinde ilerleme muhtemel görünmüyor
Avrupa’nın bu politikası, Barış Pınarı operasyonu ve önce ABD ile Ankara’da, sonra Rusya ile Soçi ’de varılan mutabakatlarla iflas etmiş bulunuyor. Amerikan politikasına eklemlenmiş bir politika olduğu için iflası ve Suriye’de devre dışı kalması çok da şaşırtıcı değil. Ama iflas eden bu politikanın önümüzdeki dönemde özellikle Fransa ve BK ile ikili ilişkileri halkımızda oluşturmuş olduğu güvensizlik duygusu nedeniyle olumsuz yönde etkilemesi beklenebilir. Bu aşamada belki “yeni bir dünya kurulur Türkiye yerini alır” çok iddialı bir söylem olursa da en azından Kurtuluş Savaşımızda da karşımızda yer almış olan bu iki ülkeyle ilişkilerimizin artık eskisi gibi olamayacağını ve Türkiye’nin daha bağlantısız bir dış politika izleyeceğini söylemek mümkün.
Bu bağlamda ayrıca Türkiye’de AB üyeliğine halk desteğinin daha da azalması kaçınılmaz. Aslında Avrupa kamuoyuna da Türkiye hakkında oldukça olumsuz görüşlerin pompalandığı dikkate alınırsa, AB sürecinde en azından uzun bir süre hiçbir ilerleme kaydedilmeyeceğini belirtmek gerekir.