MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ
Kendisi Mesnevinin girişinde ismini Muhammed Bin Muhammed bin Hüseyin El-Belhi olarak vermektedir. Lakabı Celaleddin’dir. Halk ona saygısından dolayı “efendimiz” anlamına gelen Mevlana demiştir. Babası ise kendisine ‘sultan’ manasına gelen ‘hudavendigar’ diye seslenmekteydi. O dönemlerde Anadolu’ya Rum Eli denildiğinden dolayı (Konya’da bulunduğu için) ‘Rumi’ olarak da bilinmiştir. Zaman içerisinde Mevlana Celaleddin-i Rumi olarak hafızalarda yer edinmiştir.
Mevlana Hicri 6 Rebiülevvel 604, Miladi 30 Eylül 1207’de Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Belh o dönem bölgenin ilim, sanat ve kültür merkezi konumundaydı. Soyunun baba tarafından Hazreti Ebubekir’e, anne tarafından Hazreti Ali’ye dayandığını belirten kaynaklar mevcuttur. Eserlerini Farsça verdiğinden dolayı Türk olmadığı söylense de Türk asıllı olduğu yönündeki deliller daha kuvvetlidir.
Babası Bahaeddin Veled, Belh’e yerleşen bir ulema ailesinden gelmekteydi. Sultan-ül Ulema olarak da tanınan Bahaeddin Veled’in annesi Herzimşahlar hanedanlarından Alaeddin Muhammet Harzimşah’ın kızıdır. Bahaeddin Veled’in yaklaşan Moğol istilası nedeni ile göç ettiğini söyleyenler olduğu gibi dönemin yönetici ve ilim ehliyle oluşan derin fikri ayrılıkları nedeni ile ayrıldığını söyleyenler de vardır. İkinci görüşte olanlar Yunan Felsefesini benimseyen Fahreddin Er Razi’nin görüşlerinin Harzimşah yöneticileri tarafından da kabul gördüğünü, Bahaeddin Veled’in ise şiddetle buna karşı çıktığını öne sürerek Harzimşah yönetiminin kendisinden ülkeyi terk etmesini istediğini belirtmektedirler.
Bahaeddin Veled ailesini alarak Nişabur, Bağdat, Şam gibi dönemin ilim merkezlerine uğrayıp bir süre buralarda kaldıktan sonra Hicaz’a gitmiş, dönüşünde Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde üzerinden Larende’ye (Karaman) varmıştır. Her gittiği yerde bir süre kaldığı, yönetici, alim ve bilginlerle görüştüğü, medreselerde derslere girdiği bilinmektedir. Nişabur’da dönemin önemli ilim adamlarından Feridüddin Attar ile ilim sohbetleri yaptığı Attar’ın tasavvuf mesnevisi Esrarname’yi Mevlana’ya hediye ettiği tarihçiler tarafından dile getirilmektedir. Mevlana ile ilgili en geniş bilgileri Ahmet Eflaki’den almaktayız. Eflaki, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled ile görüşen, sonrasında Sultan Veled’in oğlu Arif Çelebi’ye intdisab eden dönemin ilmi şahsiyetlerindendir. Asıl adı Ahmet Eflaki’dir. Eflaki Dede olarak da tanınır. Mevlana’nın ölümünden sonra doğduğu tahmin edilmektedir. Ahmet Eflaki, Menakibül Arifin adlı eserinde Mevlana ve ailesine geniş yer vermiştir. Eflaki, 1217’de Malatya’ya gelen ailenin 1219’da buradan Sivas’a geçtiğini beyan etmektedir. Bu da Bahaeddin Veled’in her ilim merkezinde bir süre durduğu, burada ilim ehli ile sohbetler gerçekleştirdiği anlamına gelmektedir. Bu dönemdeki ilim ehlinin bu tür hicretlerinde bazı sebepler var. İlim arayanlar veya sahip olduğu ilmi değerlendirmek isteyenler, bu tür yolculuklara çıkar gittiği yerde yöneticilerin kendilerine imkân verip vermemesine, ahalinin ilgi ve alakasına bağlı olarak orada kalıp kalmamaya karar verirlerdi. Bahaeddin Veled’in bu uzun yolculuğunu bu gerekçeler ışığında değerlendirmekte fayda var. Bu uzun yolculuğa başlarken henüz küçük bir çocuk olan Mevlana ilk hocası babasından aldığı derslerin dışında her gittiği yerdeki hocalardan dersler alarak heybesini doldurmaya çalışmıştır. Şems-i Tebrizi ile ilk olarak Şam’da göz göze geldiği, Şems’in ona “Ey mana aleminin sarrafı ara beni bul beni” deyip uzaklaştığı bilgisi de konakladıkları her durağın Mevlana üzerinde derin izler bıraktığı anlamına gelmektedir.
Bahaeddin-i Veled ailesi ile birlikte Şam’dan ayrılırken daha o zamanlar küçük bir çocuk olan ve babasının arkasında saygı ile yürüyen Mevlana için İbn-ül Arabi’nin etrafındakilere dönüp “bakınız büyük bir okyanus bir denizin arkasında yürüyor” dediği rivayet edilir.
Mevlana ailesinin Belh’ten ayrılışından kısa bir süre sonra Moğollar başta Belh olmak üzere tüm Horasan illerini işgal ettiler. Bahaeddin Veled 1222 yılında Karaman’a geldi. Karaman Subaşısı Emir Musa Bahaeddin Veled’e burada kalmasını teklif etmiş, o ancak bir medresede görev verilirse kalabileceğini söyleyince Kalemiye Medresesi kısa bir süre içerisine inşa edilerek burada hocalık yapması sağlanmıştır. Aile Alaeddin Keykubat’ın Konya’ya davetine kadarki 7 yıllık sürede Karaman’da kalmıştır. Karaman’a geldiğinde 15 yaşında olan Mevlana, 3 yıl sonra yani 1225 yılında 18 yaşında iken babasının seçkin müridlerinden Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenmiştir. Bu evlilikten kısa bir süre sonra annesi Mümine Hatun ile kardeşi Muhammed Alaeddin vefat etmiştir. Kabirleri Karaman’da Akteke Camisi içerisindeki türbe bölümünde yer almaktadır. Mevlana’nın ilk iki çocuğu Sultan Veled ile Alaeddin Çelebi Karaman doğumludur.
Bahaeddin Veled Sultan Alaeddin’in daveti üzerine ailesi ve yakınları ile birlikte 3 Mayıs 1228’de Konya’ya gelmiştir. Bahaeddin Veled Konya’da o dönem Altun-aba (Altunapa) medresesinde iki yıl müderrislik yaptıktan sora 23 Şubat 1231’de vefat etmiştir. Altunaba medresesi günümüzde İplikçi Camisi olarak bilinmektedir. Babasının ölümünden sora aynı göreve 24 yaşındaki oğlu Celaleddin getirildi. Mevlana’nın müderrislik görevi de böylece başlamış oldu. Mevlana ilk hanımı Gevher Hatun’un vefatı üzerine Konyalı İzzeddin Ali’nin dul kızı Kira (Kerra-Gera) hatun ile evlendi. Mevlana’nın Emir, Muzafferüddin Alim Çelebi ve Melike Hatun isimli çocukları bu hanımından dünyaya geldi.
Mevlana’nın hayatında Seyyid Burhaneddin’in önemli bir yeri vardır. Seyyid Burhaneddin Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in talebesidir. Babasının talebesi yine babasının ricası ile oğluna hocalık yapmıştır. Bu tarihi tespit tasavvufu anlama açısından önem arz etmektedir. Seyyid Burhanettin, hocası Bahaeddin Veled’i ziyaret için geldiği Konya’da şeyhinin vefat ettiğini öğrendiğinde fevkalade müteessir olmuş. Bir rüya üzerine şeyhinin kendisini oğlu Mevlana’yı irşat etmesi için çağırdığını söyleyenler de vardır. Hazreti Mevlana’nın uzun süre Seyyid Burhanettin’in tedrisatından geçtiği tarihi kayıtlarda mevcuttur. Seyyid Burhaneddin’in onu zahiri ilimleri ilerletmesi için Şam’a gönderdiği, bir süre Şam ve Halep’de eğitimler aldığı da ifade edilmektedir.
Mevlana’nın talebelerinden Sipehsalar, Mevlana’nın Halep ve Şam’da edebiyat, lügat, fıkıh, tefsir ve hadis dersleri gördüğünü bunlarla birlikte akli ve nakli ilimlerde icazetler aldığını söyler. Mevlana Şam’da Muhyiddin İbnül Arabi, Sadreddin-i Hammuye, Osman-ı Rumi, Evhaddüddin-i Kirmani ve Sadreddin-i Konvi ile tanışmış ve onlarla ilmi sohbetlerde bulunmuştur.
Bu yolculuğun devamını ise Eflaki’den öğreniyoruz. Mevlana Şam’da zahiri ilimlerle tahkim olduktan sonra Kayseri’ye dönmek isterken Sahib İsfahani kendisini sarayında misafir etmek ister. Ancak Hocası Seyyid Burhaneddin buna razı olmaz. Mevlana’nın zahiri ilimde babasını geçtiğini ancak ledün ilminde de olgunlaşması gerektiğini söyler. Bunun üzerine bir hücrede üst üste üç erbain çıkarır. Seyyid Burhaneddin Mevlana’nın ledün ilminde de piştiğine kani olduktan sonra ona irşat icazeti verir ve sonrasında Kayseri’ye döner. Seyyid Burhaneddin Kayseri’ye döndükten kısa bir süre sonra vefat eder.
Hazreti Mevlana’nın hayatından kesitler aldığımız diğer önemli bir kaynak oğlu Sulta Veled’dir. Sultan Veled ise babasının Seyyid Burhaneddin’e dokuz yıl hizmet ettiğini söyler. Sultan Veled’e göre Mevlana ile hocası Seyyid Burhaneddin özde, sözde ve sırda birdir. Frekansları aynı doğruda buluşur. Sultan Veled, hocası Seyyid Burhaneddin’in vefatından sonra Mevlana’nın çok yalnızlık çektiğini, dertlere düştüğünü , yanıp yakararak beş yıl riyazet (nefsi arzulardan uzaklaşmak) çektiğini belirtir.
Bu iki kaynaktan da edindiğimiz izlenim, Seyyid Burhaneddin’in Mevlana üzerinde ciddi bir etkisinin olduğu gerçeğidir.
Hazreti Mevlana’nın maneviyat büyüğü hocası Seyit Burhaneddin’in ölümünden sonraki beş yıllık yalnızlık çilesi Şems-i Tebrizi’nin Konya’a gelişi ile sona erer. Hazreti Mevlana ile Şems’in buluşması hususunda çeşitli rivayetler söz konusudur. Şems’in Konya’ya 29 Kasım 1244 tarihinde geldiği kuvvetle muhtemeldir. Birçok kaynak aynı tarihi göstermektedir. Eflaki, Şems’in rabbine “beni velilerinle tanıştır” duası üzerine kendisine rüyasında Konya’nın işaret edildiğini söylemektedir.
Bu manevi işaretle Konya’ya gelen Şems’in ilk buluşması da ilginçtir. Mevlana’ya 40 yıl talebelik yapan Feridun bin Ahmet (Sepehsalar ismiyle ün yapmıştır) bu buluşmayı nakledenlerden biridir. Sipehsalar; Bir gece Konya’ya gelip Pirinççiler Hanı’na yerleşen Şems-i Tebrîzî’nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiğini, ilk mânevî etkinin bu şekilde doğduğunu anlatır. Karşı sedire oturan Mevlana ile Şems’in uzun süre hiç konuşmadan bakıştıklarını ifade eder. Sonrasında söze Şems girer. “Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir, cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” şeklinde konuşmalar yapan Bayezid-ı Bestami ile “her gün Allah’a yetmiş kez tevbe-i istiğfar ederim” diyen Peygamber’i nasıl değerlendirmek lazım. Bir veli bu kadar büyük konuşurken bir peygamber nasıl bu kadar mütevazı olabilir?” şeklinde bir soru sorar. Mevlana bu soruya “Bayezid-ı Bestami büyük velilerdendir. Ancak çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince kendisini bu güzellik içerisinde kaybetmiştir. Peygamber efendimiz ise her gün yetmiş makam geçerdi. Her geçtiği makamın bir öncekinden ne kadar yüce olduğunu gördüğü için istiğfar ederdi” diye cevap verir. Bu cevap karşısında yerinde fırlayan Şems Mevlana’ya sarılır, kucaklaşır ve saygısını ifade eder.
Bu konuda Ahmet Eflaki’nin naklettikleri mekân farklılığı arz eder. Eflaki Şems’in Konya’ya geldiğinde Şekerciler Hanı’nda kaldığını söyler. Mevlana o dönem dört medresede ders vermektedir. O medreselerden biri olan Pamukçular Medresesi’nden talebeleri ile ayrılıp katır sırtında yolculuk yaparken Şems ansızın önüne çıkıp katırın gemini tutar ve “Ey Dünya ve Mana nakitlerinin sarrafı, Hazreti Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezıd-ı Bestami mi” diye sorar. Mevlana “Hazreti Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velilerin başıdır” der. Bunun üzerine şems ikinci soruyu sorar. “Peki, ama peygamber ‘seni tesbih ederim Allah’ım, biz seni layıkıyla bilemedik’ derken, Bayezıd, ‘benim şanım yücedir, ben sultanlar sultanıyım’ diyor, bunu nasıl anlamak gerekir?” Mevlana bu soruya, Şems’in aklını başından alan şu cevabı verir. “Bayezıd’ın susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı, idrak bardağı hemen doluverdi. Hâlbuki Hz. Muhammed’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha çok yakın olmak istiyordu”. Bu cevap karşısında Şems kendinden geçer ve talebeleri ile birlikte bir süre yürüyerek Mevlana’ya refakat eder.
Görüldüğü gibi, iki kaynak arasında sadece buluşma yeri farklılığı vardır. Buluşma esnasındaki soru ve cevaplar mana itibariyle aynıdır. İki büyük kutbun bu buluşmasına ‘Meracel Bahreyn’ denir. Yani iki denizin buluşması. Bu buluşma ve sonrası yüzyıllarca anlatılmış, yazılmış, okunmuştur.
İki mana büyüğünün Konya’daki buluşması ilginç olduğu gibi bundan sonraki birliktelikleri de ilginçtir. Mevlana, Şems ile tanıştıktan sonra öğrencilerini ve cemaatini bir miktar ihmal etmiş, zamanının çoğunu Şems ile geçirmeye başlamıştır. Uzaklardan gelen bir yabancının hocalarını ellerinden aldığını düşünen halk bir süre sonra Şems’e düşmanlık beslemeye başlamıştır. Şehirde çeşitli dedikoduların da yayılması üzerine Konya’yı gizlice terk eden Şems, gidişiyle Mevlana’yı büyük bir yeise sürüklemiştir. Mevlana Şems’in bulunması için büyük çaba sarf etmiş, Şam’da olduğunu öğrendiğinde dönmesi için mektuplar yazmış sonra da oğlu Sultan Veled’i onu bulup getirmesi için göndermişkin. Şems Sultan Veled’in ricasını kabul ederek yeniden Konya’ya dönmüştür.
Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsâ-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Mûsâ’nın peygamber olmasına rağmen Hızır’ı araması gibi Mevlânâ’nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiçbir kimse bulunmadığı halde Şems’i aradığını söyler.
Şems’in ikinci Konya macerası da olaylı geçmiştir. Şems ile Mevlana altı ay boyunca marifetullaha dair sohbetlerde bulunmuş ve dışarı çıkmamışlardır. Yanlarına Sultan Veled ve Şeyh Selahaddin Zerkub’dan başkası görememiştir. Bu arada Mevlana’nın evlatlığı Kimya Hatun ile Şems’i evlendirerek burada daha fazla kalmasını temin etmeye çalıştığı bilinmektedir. Ancak şehirde yeniden dalgalanmaya başlayan çeşitli iddialar ve suikast girişimlerine varan eylemler nedeni ile ayrılık mukadder olmuştur. Bazıları Şems’in hala kimin yaptığı bilinmeyen bir suikasta kurban gittiğini, bazıları ise gizlice şehirden ayrıldığını söylemektedir. Şems’in öldürüldüğünü iddia edenlerden bir kısmı suikastçılar arasında Hazreti Mevlana’nın oğlu Alaeddin’in de bulunduğunu söylemekteyse de bu iddia doğrulanamamıştır. Şems-i Tebrîzî’nin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) yılında olduğu belirtilmektedir.
Eflâkî, Şems-i Tebrîzî’yi hiçbir yerde bulamayan Mevlânâ’nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler. Sultan Veled, Şems’in ikinci defa kaybolmasının ardından babasının aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden semâ yaptığını belirtmektedir. Mevlana’nın Şems’i bulmak için birkaç defa Şam’a gittiğini ama bulamadığını yazanlar da bulunmaktadır.
Sultan Veled, Mevlânâ’nın daha sonra kendisini çağırarak Selâhaddîn-i Zerkûb’a tâbi olmalarını istediğini, kendisinin şeyhlik sevdasında bulunmadığını söylediğini anlatır. Sultan Veled babasının Şems-i Tebrîzî’yi güneşe, Selâhaddîn-i Zerkûb’u aya, Hüsâmeddin Çelebi’yi de yıldıza benzettiğini kaydetmektedir. Mesnevi’nin ortaya çıkması Hüsameddin Çelebi’nin teşviki ile olmuştur. 17 Aralık 1273’de çok sevdiği Rabbine ulaşan Mevlana, yakınlarından öldüğünde arkasında ağlamamalarını üzülmemelerini istemiştir. O ölümü sevgiliye kavuşma günü yani düğün günü olarak tanımlamaktadır. Onun için de ölüm gününe Şeb-i Arus demiştir. Her 17 Aralık’ta Konya’da Hazreti Mevlana’nın ölüm yıldönümü Şeb-i Arus olarak kutlanmaktadır.
Mevlana’nın vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadredddin Konevi kıldırmak ister. Ancak üzüntüsünden hıçkırıklara boğulur ve kıldıramaz. Bayıldığın söyleyenler de vardır. Bunun üzerine cenaze namazı Kadı Siraceddin tarafından kıldırılır. Cenazesine Müslümanların dışında şehirde yaşayan diğer dinlere mensup ahalinin de katıldığı, Hazreti Mevlana’nın ölümüne din, dil ve ırk gözetmeden herkesin üzüldüğü gözyaşı döktüğü kaydedilir. Mevlânâ’nın ardından Hüsâmeddin Çelebi on yıl daha hilâfet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geçmiştir.
Mevlânâ’nın müritleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insanlar semâ meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte dönemin yöneticileriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak Mevlânâ bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçevesinde sürdürmüş, yöneticilerin aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmemeye özen göstermiştir. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Keykâvus, Celâleddin Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emîr Bedreddin Gevhertaş, IV. Kılıcarslan, Muînüddin Pervâne, Mecdüddin Atabeg, Emînüddin Mîkâil, Tâceddin Mu‘tez, Sâhib Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celâleddin Müstevfî, Atabeg Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nûreddin, doktoru Reîsületibbâ Ekmeleddin en-Nahcuvânî kendisine büyük saygı ve bağlılığı olan kimselerdi. Muînüddin Pervâne’nin eşi Gürcü Hatun, IV. Kılıcarslan’ın eşi Gömeç (Gumaç) Hatun da onun müritleri arasında bulunuyordu.
Moğollar’la ilgili bazı açıklamaları sebebiyle Mevlânâ’nın Moğol sempatizanı olduğu yönündeki söylemler iddia olmanın ötesine geçememiştir. Tarihi hiçbir gerçekliği olmayan bu iddialar o dönemin gelişmeleri ile ilgilidir. Bazı çevreler, Konya kapısına dayanan Moğolların Konya’ya saldırmaması için Mevlana’ya elçilik görevi verildiğini belirterek saldırının olmamasının Moğollarla Mevlana arasında gizli bir ilişkiye işaret ettiğini savunmaktadır. Mevlana’nın Moğollar ile ilgili eylem ve düşünceleri kendisine ait olan tasavvufi üslubundan farklı olmadığı gibi kayıtlarda da bu konu ile ilgili sağlam hiç bir delil bulunmamaktadır
Mevlânâ kâmil mânada âlim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Çocukluğunda babasının yanında başladığı öğrenimini gittiği Halep ve Şam’da sürdürmüştür. İlk tasavvufî eğitimini de yine babasından almıştır. Mevlânâ’daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Beni bunun dışında anlatanlardan şikayetçiyim ...” beytiyle bunu açıkça dile getirmiştir. Hazreti Mevlana’nın Pergel Metaforu (bir pergel gibiyim, bir ayağım inanç değerlerimizin üzerinde sağlamca dururken, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşırım) İslam’ın evrenselliği ve kucaklayıcılığı açısından ezelden ebede herkese çok şey anlatmaktadır.
Sadece akla önem veren filozofları ve onların etkilediği Kelamcıları noksan görür Mevlana. Ona göre dünyevi işlerde yararlı olan akıl, ilahi hakikate ulaşmada ayak bağı olur. Manevi yolculuk için aşk şarttır. Buna dayanak olarak Kur’an’da ki “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayeti kerimesini gösterir. Bu ayetten hareketle Mevlana, aşkın kaynağının ilahi olduğunu, aklın onu anlayamayacağını belirtir.
Mevlana düşüncesi ile ilgili olarak doğuda ve batıda yüzlerce çalışma yapılmıştır. O düşünceleri ile büyük ilim ehlini, halkı, farklı dinlerden insanları etkilemiştir. Onun eserlerini okuyarak İslam’ı seçen çok sayıda insan vardır. Günümüzde de bu etki aynı şekilde devam etmektedir.
Hazreti Mevlana’nın tüm eserleri Kur’an-ı Kerim’in farklı bir üslupla anlatımından ve Sünnet-i Seniye’nin olması gereken şekliyle ifadesinden başka bir şey değildir. O üslubu, Ali İmran Suresi 159. Ayetteki “Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi” ifadelerinde buluyoruz. O, Peygamberi üslubu kendine şiar edinmiştir. Ondan dolayı da farklı din ve düşünce yapısındaki insanlarca sevilmiştir.
Ayrım yapmadan tüm dünyaya seslenmiştir. “Gel ne olursan ol, gel” derken, kimsenin dinine, rengine, ırkına, günahına, sevabına takılmamıştır. Öyle olunca da o esrarlı çağrı yedi iklim dört bucak tüm dünyada yankı bulmuştur. Hala dünyanın dört bir tarafından her yıl binlerce insan yeşil kubbenin (Kubbe-i Hadra) gölgesinde kendisine de yer olduğunun bilinciyle Konya’ya GELmektedir.
Dünyanın tüm hastalıklarına sunduğu reçetesinde üç ilaç bulunmaktadır. “Hoşgörü, Sevgi, Aşk”
“Küsüp darılmak için bahaneler arayacağına, sevip sevilmek için çareler ara” diyen biri daha başka nasıl anlatılabilir ki?
“ Biz bu topraklara sevgiden başka tohum ekmedik” diyen biri daha başka nasıl tarif edilebilir ki?
“Cömertlikte akarsu gibi ol, merhamette güneş gibi ol, başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol, hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol, hoşgörüde deniz gibi ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen biri hakkında daha başka ne söylenebilir ki?
Eserleri:
Mevlânâ’nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsça’dır.
Dîvân-ı Kebîr: Divan-ı Şems olarak da bilinir. Şiirlerin çoğu Mevlânâ’nın Şems ile buluşmasından sonraki döneme aittir.
Mes̱nevî: Tasavvufî düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli eserleri arasında sayılmaktadır. Sufi eserler arasında dünyada en çok satan kitaptır.
Fîhi mâ fîh: Mevlânâ’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir.
Mecâlis-i Sebʿa: Mevlânâ’nın vaaz ve sohbetlerinde yaptığı konuşmalardan oluşmaktadır.
Mektûbât: Mevlânâ’nın değişik sebeplerle çeşitli kimselere yazdığı mektupları kapsamaktadır.