Akşam ezanı okununca herkes evine girerdi. Akşam çalışılacak işler, gezilecek yerler yoktu. Evde huzur vardı.
Yemek menüsü pek değişmezdi. Ekmek yemeğin paşası, bulgur pilavı vezirdi. İhtiyaçlarımız azdı, çünkü azgın değildik.
Gaz lambasının ışığında yapılan sohbetler çok uzun olmazdı. Hem idare lazımdı hem de gece 12’ye kadar izleyeceğimiz dizilerimiz yoktu.
Erken yatardık. Bu yüzden sabah namazı kaçmazdı. Zaten hayat namazla başlardı. Sabah namazına kalkanların riya ile de işi olmazdı.
Riya fışkıran sosyal medya da yoktu. Her şeyimizi, herkesle değil ev halkıyla ya da dostlarla paylaşırdık. Onlar bilirdi kıymetini çünkü. Sevincinde sarılır, üzüntünde sırtını okşardı. Dokunmak “like” (beğeni) atmaya benzemezdi.
Radyoda “fake news”ler (sahte haberler) yoktu doğrulayacağımız ya da işimize gelince “kesin doğrudur” diyeceğimiz”...
Siyaset mi? Yapanların işiydi. Bu kadar “uzman” yoktu.
Dolar artınca değiştirmekten korktuğumuz ithal mobilyalarımız yoktu. Bir çift halı, kamıştan 12 duvar yastığı ve bir karyola ile evlenirdik. Torunlarımız da o yastıklara yaslanırdı.
Ayrı eve çıkmazdık evlenince. Evlenen her “oğlan” için bir oda eklenirdi eve. Öderken ömrümüzü tüketen tüketici kredilerine gerek yoktu. Tüketmek istemiyorduk ki...
Kanaati sadece bilmez, sonuna “kâr” ekler, olurduk. Olgunduk. Sen olmazsan olgunlaştırırdı hayat.
İyinin kötüden çok olduğu günlerdi.
Güzel günlerdi. Geri gelmeyecek...