Benim 12 Eylül'üm
Sabah erkenden annemin “kalk” anonsu ile uyandım. Gözlerimi açtığımda saatin her günkü kalkış zamanımdan daha erkeni gösterdiğini fark ettim. Normal zamanlarda da erken kalkardık. O zaman evimizde televizyon bulunmuyordu. Yatsı ezanı ile yatar gün doğmadan uyandırılırdık.
Eski Malatya’da bahçe içerisinde dedemden kalma kerpiç yapılı evimizde güne erken başlanırdı. Biz çocuklar yazın bahçe işleri ile hayvanların bakımına yardımcı olurduk. En erken kalkanımız babaannemdi.
Otoriter bir kadındı. Kasabada herkes ona muhtar derdi. Dönem şartlarında Anadolu’da bu kadar ön planda olan bir kadına pek rastlanmazdı. Hayranlık duyduğum bu özelliğinden dolayı ben ona “imparator” derdim. Eski Türkçe kelimelerle konuşur, okur-yazar olmadığı halde hesap kitabı birkaç saniye içerisinde kafasından yapardı. Çarpım tablosunu ezberdi. Okula giden çocuklara çarpım tablosundan sorar bilmeyenleri ezbere zorlardı. Sabah namazını kılar kılmaz herkesi uyandırır ve ev işlerini organize ederdi.
Ortaokul 2. sınıftan 3. sınıfa geçmiştim. Okula 1.5 yıl erken başladığımdan dolayı 11-12 yaşlarındaydım. Okulların açılmasına sadece bir hafta vardı. Okul pek sevecen bir yer değildi. Büyüklerimiz “kavga çıkarsa kitabımız defterimiz sınıfta kaldı diye düşünmeyin doğruca eve gelin” derlerdi. Anarşinin kol gezdiği yıllardı. Okuduğumuz okulda her yıl onlarca kavga olur, kavgalar zaman zaman çatışmalara dönüşürdü. Bu çatışmalarda çok sayıda öğrencinin yaralandığına bizatihi şahidim. Kavga ve çatışmalar genelde lisede okuyan abilerimiz arasında olurdu. Biz de düşünce yapımıza uygun olan tarafta yer alır kavgalara karışmayı davamızın bir zorunluluğu olarak göürdük. Sağ-sol çatışmaları insanları canından bezdirmişti. Ülkede hafta geçmezdi ki bu çatışmalardan birisi veya birileri ölmesin.
Her zamankinden yarım saat kadar erken uyandırılmamın sebebini birkaç dakika sonra öğrendim. Annem köy ürünlerinden oluşan bir kahvaltı tepsisi hazırlamış, onu ilerideki ağaçların gölgesinde elinde silahı ile nöbet tutan askerlere götürmemi istiyordu. Bir şey anlamamıştım. Hiçbir olayın meydana gelmediği, bahçe içerisinde 13-14 kadar evin bulunduğu bu küçücük mahallede jandarmanın ne işi vardı. Fazla soru sormadan kahvaltı tepsisini alarak askerlere doğru yöneldim.
“Bunu annem gönderdi” diyerek tepsiyi askerlerden birine uzattım. Asker sert bir söylemle almayı reddetti. Şaşırmıştım ama yapacak bir şey de yoktu. Askerler ellerindeki silahları evlere doğru yönelterek bekliyorlardı. Şaşkınlık içerisinde dönerken bir diğer asker “darbe oldu haberiniz yok mu?” dedi.
Darbenin ne olduğunu bilmeden elimdeki tepsi ile eve döndüm. Durumu anneme anlattım. O da bir şey anlamadı. Ataerkil yapıdaki evimizde babaannem, annem ve yengelerim jandarmaların muhtemelen evlerde arama yapmak için gelmiş olabileceklerini konuşuyorlardı. Kahvaltı sofrasına az sonra o tarihten bir buçuk ay sonra 29 Ekim 1980’da kaybedeceğim dedem, babam ve amcalarım da oturdular. Durumu onlara da anlattım. Onlar “bilmiyor musun, askerler nöbette bir şey yemez ve içmezler” dediler. Nereden bilebilirdim ki…? Öğrenmiş oldum.
Darbe olduğunu söyleyince evin erkekleri derin bir oh çektiler. Gariptir ama sevinmişlerdi. Böylece akan kanın duracağını anlatıyorlardı.
Evet, akan kan durmuştu. Sivil siyasete ara verilmiş, askerler ülkeyi yönetmeye başlamışlardı. TBMM, Siyasi Partiler, Dernekler, STK’lar kapatılmış, sıkı yönetim ilan edilmişti. Okulumuzda artık hiçbir kavga olmuyordu. Hiçbir öğretmen ders siyaset yapmıyor, darbe öncesi boş geçen derslerimizden hiç biri boş geçmiyordu. Anarşi bıçakla kesilir gibi kesilmişti. TRT radyo ve televizyonlarında askeri yönetimin faziletleri öve öve bitirilemiyordu. Her akşam radyo haberlerinde sağdan ve soldan astıkları veya ömür boyu ceza verdikleri kimselerin haberlerini dinliyorduk.
12 Eylül’ü o zamanlar öyle algılamış öyle anlamıştık.
Her şey sonraları daha iyi anlaşıldı. Karanlığın üzerindeki sır perdesi kaldırılınca gerçekler ortaya çıktı.
Meğer darbeyi Amerika ve NATO yaptırmış. Dönemin Amerika başkanına ABD dış istihbaratının “bizim çocuklar Türkiye’de darbe yaptılar” bilgisini verdiği gerçeğini sonradan öğrendik.
Meğer milleti canından bezdiren anarşi, bir senaryonun ürünü olarak suni bir biçimde oluşturulmuş.
Meğer TRT Radyo ve Televizyonu ile bize anlatılanların tamamı doğru değilmiş.
Meğer birbirini hain olarak yaftalayan sağ ve sol görüşlü tüm gençlerin tamamı kandırılmış.
Meğer Amerika ajanları özellikle üniversitelerde ellerini sallaya sallaya dolaşmışlar, öğrencilere birbirlerinin canını alacak kadar kin ve nefret yüklemişler.
Meğer öğleden önce sağ görüşlü bir gencin vurulduğu aynı silahla öğleden sora sol görüşlü bir öğrenci vurulmuş.
Meğer bununla Türkiye’nin önü kesilmek istenmiş.
Meğer doğu bloku ile batı bloku arasındaki Türkiye, ABD tarafından kobay olarak kullanılmış. Bu yolla Rusya’ya (o dönem SSCB olarak biliniyordu) “biz Türkiye’de her şeye hâkimiz, size yar etmeyiz” mesajı verilmek isteniyormuş.
Meğer 44 milyonluk Türkiye’nin onuru ile oynanmış. Türkiye’ye “bizim istediğimiz kadar bağımsız, bizim izin verdiğimiz kadar özgürsünüz” denilmek istenmiş.
NETEKİM, Kenan Evren ve silah arkadaşları Türkiye’ye ihanet etmişler. Türkiye’yi bir cumhurbaşkanlığı koltuğu kadar ucuz fiyata Amerika’ya satmışlar.
Yuh olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.